Geçtiğimiz hafta sonu, Dersimiz İstanbul kapsamında gerçekleştirilen saha derslerinin ilki olan Boğaz Turu’nda Ayasofya Müzesi Başkanı Doç. Dr.Haluk Dursun ile tanıştık. Beni şaşırtacak derecede detaylarla dolu bu insan, bize farklı bir Boğaziçi perspektifi sundu ve ilginç anıları ile dersi renklendirdi. Havanın, planladığımızın dışında serin ve bulutlu olması dışında sürpriz bir durum ile karşılaşmadan planlanan saatte döndük.
Hocanın kitaplar dolusu yazdığı ve gezi boyunca anlattığı detayları, boğaz turunu da özetleyerek 1-2 sayfaya sığdırmaya çalışacağım. Turumuza, Üsküdar’dan başladık ve önce Eminönü’ne doğru yol aldık. Bu sırada hocamız, bize gerçek İstanbul’un ‘Suriçi’ olduğundan söz etti ve Ayasofya’nın bu sene 1474 yaşında olması gibi ilk detaylarla derse başladı. Biraz da Topkapı Sarayı’ndan birkaç ayrıntı veren Haluk hoca, saraylardaki mescidlerde Cuma namazı kılınmadığı ve Cuma namazı için başka camilerin kullanıldığı bilgisiyle birazdan detaylıca anlatacağı saraylara kısa bir giriş yaptı. Bu sürede ilerleyen teknemiz, burnunu Galata Köprüsü’nden Boğaziçi’ne yöneltmeye başladığında hocamız, İstanbul’un yedi tepesinden bahsediyor ve bu tepelerin ilkinin Çamlıca tepesi olmayıp, eski adı ‘Akropolis’ olan ve ‘Topkapı Sarayı’na ev sahipliği yapan ‘Zeytinlik Tepesi’ olduğunu açıklayarak; tur boyunca açıklayacağı ‘Yaygın yanlışlar’ silsilesine giriş yapıyordu. Haliç’in ağzından çıkmadan, ‘Yeni Cami’ diye bildiğimiz camiye şu anda ‘Yeni Cami’ demenin hiçbir anlamı olmadığını ve caminin gerçek adının ‘Hatice Turhan Valide Sultan Cami’ olduğunu söyleyerek de, bunun gibi ‘Yanlış bilinen camiler’ topluluğuna giriş yapmış oldu. Bu bölümden sonra kocaman bir Trans Atlantik’in yanından geçtikten sonra, bir zamanlar İstanbul’un meclisi olan Cemile Sultan ve Adile Sultan Sarayları ile sahil saraylarımızı öğrenmeye başladık. Kabataş’tan geçerken Kaptan-ı Derya camilerinin, sahilde olmaları için gerekirse deniz doldurulup yapıldığını öğrendik. Osmanlı’nın Batı Saraylarını gördükten sonra özenip, sahile sıraladığı Batı tarzı sarayların en güzeli olan Dolmabahçe Sarayı’nın hemen önünden geçip, gerekli bilgileri hocamızdan aldıktan sonra Çırağan Sarayı’nın meclis olarak kullanılırken yandığını öğrendik. Bu sırada, gözlerini sarayın büyüsünden kurtaramayan arkadaşlarım, bir yandan da hocanın anlattığı detayları dinlemeye çalışırken, hepimizin içinde öğrenci olmayı isteyebileceği Galatasaray Üniversitesi’nin önünden geçtik ve Ortaköy’e geldiğimizde, ‘Yanlış bilinen camiler’ topluluğunun ikincisi olan, o muhteşem mimarisi ve manzarasıyla bildiğimiz ‘Ortaköy Cami’nin aslında ‘Büyük Mecidiye Cami’ olduğunu açıklayan Haluk hoca, bir de hatırlamışken ‘Yıldız Cami’ diye bildiğimiz caminin ‘Hamidiye Cami’ olduğu açıkladı. Boğaziçi’nin tek adasını da geride bıraktıktan sonra sahile yakın bir şekilde ağır ağır ve sallana sallana ilerlerken hoca biraz da İstanbul’un florasından bahsetti. Mesela; Kavak ve Palmiye’nin, İstanbul’un florasında bulunmadığını söyledi. Bir de, geçtiğimiz bölgede her sene 6 Ocak’ta Rumeliler tarafından gerçekleştirilen ‘suya hac atma töreni’nden bahsetti ki; çok ilgimi çekti ve önümüzdeki sene bu törenleri izlemeyi planlıyorum. Bunların dışında, Haluk hoca “Yaygın yanlışlar” silsilesine bir madde daha ekledi ve şunu anlattı: Biz, ‘Çengel köyü’ne ‘Çengelköy’, ‘Edirne kapısı’na ‘Edirnekapı’ diyerek bir ‘yanlış’a daha imza atıyormuşuz ve Türkçe’yi sonradan öğrenmiş bir ağız kullanıyormuşuz. Bunu öğrendik ama hiçbirimizin bundan sonra ‘Kadıköy’e ‘Kadı köyü’ diyeceğimizi zannetmiyorum. Bir başka konu olarak mezarlıklardan bahsettik ve Yahudilerde “mezarlık”a “maşatlık” denir. Yalnız kimselerin gömüldüğü yere de “çürüklük” denir. Ve hocanın geniş yer ayırdığı ‘Boğaziçi Yalıları’. İlk öğrendiğimiz, Osmanlı döneminde eğer bir yalı, diğer yalılara bitişikse ve balkonu varsa; bu yalının bir müslümana ait olma ihtimalinin çok düşük olduğu bilgisiyi. Denizin doldurulmasıyla yapılmış ve ‘Kazık yolu’ adı verilen sahil yolu boyunca neredeyse bütün yalıların kime ait olduğu bilgisinden ne zaman ve neden yapıldığı, sonra neye dönüştüğüne kadar bütün ayrıntılı bilgileri anlatan hocamız Haluk Dursun, ayrıca boğazdaki akıntılar ve balıkçıların bu akıntılardan nasıl faydalandığını anlattı ve bunların dışında, Boğaziçi’ndeki park ve korulardan da bahsetti. Arada bir bizi maziye götürüp, birbirine öncelik tanımaktan vapura binemeyen İstanbul beyefendilerinden söz etti. Bu arada önünden geçtiğimiz Kanlıca’nın da yoğurdunun değil ihtiyarlarının meşhur olduğunu söyledi ve buradan sonra da sürekli yalıların özellikleri, Leb-i Derya yalıları ve yayılma ve korunma politikasıyla büyütülen rıhtımlar üzerine de fazlaca detayları anlattıktan sonra Üsküdar İskelesi’ne vardığımızda hava iyice serinlemişti.
Sonuç olarak, benim için çok yararlı olan bu derste, Haluk hoca sayesinde İstanbul’a daha farklı bakmayı ve onu nasıl yaşamam gerektiğini öğrendim. Bana göre, ‘İstanbul’da yaşamak’ değil de; ‘İstanbul’u yaşamak’ bir sanattır.
Kaynak: http://www.bilgisepetim.com/dersimiz-istanbul-bogaz-turu-hakkinda-bilgi/