Tabutuna Haciz Konan Osmanlı Hükümdarı
Son Osmanlı İmparatoru Sultan Vahdettin Han, sürgün dönemlerini yaşadığı İtalya’daki evde 16 Mayıs sabahına sıradan bir gün gibi uyandı. Senelerdir çektikleri para sıkıntısı artık problem olmaktan çıkmıştı. Artık ev ahalisi parasız da neşeli olabiliyordu. Vahdettin Han, aldığı bir müjdeli haberle köşkün en neşelisiydi. Zira kızı Sabiha Sultan’ın üçüncü çocuğu Necla Sultan dünyaya gelmiş, dolayısıyla Vahdettin, bir toruna daha sahip olmuştu.

Fakat sabah gelen bu güzel haberle eğlenen villa sakinleri, akşam saatlerinde hüznün en büyüğünü tattılar. Vahdettin, o gece akşam yemeğinden sonra bütün kadınlarını, hazinedarlarını odasına toplamış ve geç vakitlere kadar pek tatlı ve neşeli sohbetlere dalmışlardı. Yapılan sohbette tüm mevzular dönüp dolaşıp İstanbul’a ve Çengel köyündeki köşke geliyor, herkes bu geçmiş refaha ve gençlik hatıralarına ait tatlı bir hikaye anlatıyordu.

Vahdettin, bu tatlı sohbetleri en hararetli yerinde keserek “Haydi, yatsı namazını kılınız da geliniz. Sohbetimize yine devam ederiz” demiş ve kadınlar namazlarını kılmak üzere kalkıp dışarı çıkmışlar.

Bu esnada Vahdettin, daima yanında bulunan ve hizmetlerine bakan son zevcesi Nevzad Hanım’a seslenerek, “Biraz safram kabarıyor. Bana bir tas getir.” demiş. Derhal getirilen tasa pek az miktarda ve sarı bir safradan ibaret istifra ettikten sonra, “Aman şu leğeni dök de şurada pis pis kokmasın.” demesi üzerine Nevzad Hanım, derhal leğeni musluğa dökmüş ve acele ile odaya döndüğü zaman Vahdettin’i uzandığı şezlongun üzerinde cansız bulmuştu.

Vahdettin’in hayata veda ettiği o gece Villa Manolya’da olanları, yine o akşam villada kalan, hadiselerin şahidi olan 9 Savunma Bakanına danışmanlık yapan, o an orada misafir bulunan Tarık Mümtaz Bey’den okuyalım:
Tarık Mümtaz Bey: Bardaktan boşanırcasına çılgın ve usandırıcı bir yağmur başlamış ve bir lahza göz açtırmadan günlerce devam eden bu yağmur, Sanremo’ya bir felaket havası sızdırmıştı. Manolya ve portakal bahçelerinden seller gidiyor ve her ağacın dibinde ayrı ayrı gölcükler kaynıyordu. Ben henüz uykuya dalmıştım. Başucumdaki dahili telefon dışarıdaki kuduran fırtınaya tempo tutan çılgın ve sürekli çığlıklarla çırpınmaya başladı. Çoktan beri sesini kaybeden bu makinenin o akşam birden bire telaşla dile gelmesine hiçbir mana veremiyordum. Uyku sersemliği ile mikrofona sarıldığım zaman korkunç bir olay ile karşılaştım. Telefonda, “Yetişin. Efendimize bir hal oldu.” diye acıklı kadın sesleri haykırıyordu. Yanlarına gittiğimde Sultan Vahdettin bir şezlonga uzanmış, cansız bir halde yatıyordu. Sırtında koyu sarı tüylü bir samur kürk vardı. Kır ve hafif kıvırcık saçı, sakalı dikilmiş gibi görünüyordu. Rengini henüz muhafaza eden ve bir ölü çehresini hatıra getirmeyen yüzünün ortasında küçük; fakat kemerli bir burun dikkati çekiyordu. Ağzı küçük bir daire şeklinde, derin derin nefes alıyormuş gibi açık bulunuyordu. Gözleri sakin bir uyku halinde bulunduğu hissini veriyor ve kapalı duruyordu. Vücudu buz kesmişti. Prens Sami Bey’in bu ani hadise karşısında uykusu başına sıçramış, kimin yakasına yapışacağını bilemiyordu. Sultanın yeğeni Prens Sami Bey, meşhur nezaketine rağmen çıldırmış gibi sağa sola saldırıyor, vakit vakit o vakur ve ağırbaşlı efendilerin ve Sultan Vahdettin’in son zevcesi Nevzad Hanım’ın üzerine yürüyerek, “Dayıma ne yaptınız.” diye garip sualler soruyordu. Haber duyulur duyulmaz İtalyan Hükumeti buraya bir doktor gönderdi. Bu doktor derhal otopsi yapmak istedi. Sultan Vahdettin’in yattığı odanın yanı başındaki salonda yapılacaktı. Vücudu ve mafsalları kaskatı kesildiği için soymak ve kürkünü çıkartmak pek zor oluyordu. Ölüye işkence edilmesine razı olmayan Sami Bey, o kıymetli kürke ve çamaşırlara bir makas atarak baştan aşağıya parçalayıp kolayca çıkardı. Yüzünden gayet zayıf ve ihtiyar görünen Sultan Vahdettin’in vücudu gayet genç adaleli ve düzgündü. Sol taraf boş böğründe iri iri mor lekeler olmuştu. Ölüyü beyaz bir patiskaya sardıktan sonra Prens Sami Bey’le Seryaver Avni Paşa, ikinci Mahzar Ağa ve ben usulca tutup omuzlarımıza kaldırdık. Doktor, kendine lazım olanı, yani ölüme sebebiyet veren arızayı derhal bulmuş ve eline alarak yanımıza gelmişti. “İşte” diye gösterdi. Bu küçük ve beyaz bir kemik parçası gibi görünüyordu. Doktor, “Bu kalbe giden kan damarıdır. Tıkanmış ve taş kesilmiş. Majesteleri sıkı tavsiyelerimize rağmen çok miktarda aspirin almışlar ve bu hal ölüme sebebiyet vermiştir.” dedi.

Sultan Vahdettin’in ölümü üzerine kıymetli evrak ve paralarını muhafaza ettiği küçük çekmecesi açıldığı vakit içinden 17 tane çeyrek Osmanlı altını ile taşları sökülmüş bir Hanedan-ı Âli Osman Nişanı bulunmuş ve servet namına bunlardan başka hiçbir şeye tesadüf edilmemişti.

Sanremo, üç küsur seneden beri ev sahipliği ettiği hükümdarın vefatını ertesi sabah öğrendi. Şimdi ortada bir ceset, bir de sıkıntı vardı. Cesedin adı Vahdettin, sıkıntının adı paraydı. Geriye ödenmesi gereken dağ gibi borç kaldı. Manava, bakkala, kasaba yapılan veresiye borcunun yanı sıra, aylardır ödenmeyen kira ve faturalar artık altından kalkacak durumu çoktan geçmişti.

Borçlanmaya Vahdettin’den sonra da devam edildi. Mesela hükümdara otopsiyi İtalyanlar yaptırmış, masrafını ödemek ise Vahdettin’in ailesine düşmüştü; ama operasyonu yapan Profesör Fava’nın ücretine yetecek para kimsede yoktu ve ona da borçlanıldı. 2200 liretlik borcu günler sonra kızı Sabiha Sultan küpelerini satıp ödeyecekti.

Vahdettin’in öldüğünü duyunca kapıya üşüşenlerin başında villaya gönderdikleri malların parasını aylardan beri alamamış olan bakkal Steiner ile manav Morini vardı. Steiner ile Morini’nin alacakları da dahil olmak üzere bütün esnafa borç 60 bin liretti. Onların hemen arkasından icra memurları göründü. Yerlerdeki İstanbul’dan getirilmiş halılardan bütün öteki eşyalara ve ev halkının şahsi mallarına kadar Manolya Villasında ne varsa her şey haciz kapsamına kondu ve odalar mühürlendi. Hatta tarihte eşine hiç rastlanmamış veya rastlanamayacak bir hadise yaşandı. Vahdettin’nin cenazesi villanın giriş katındaki büyük salona indirildi ve o salondaki eşyalarla beraber cenaze de haczedildi.

Otopsi ameliyatı görmüş olan cenaze, önce kurşundan bir tabuta yerleştirilip lehimlendi. Sonra da bu kurşundan yapılan tabut, ceviz bir tabutun içine yerleştirildi ve bir buçuk ay boyunca villanın giriş katındaki salonda kaldı. İtalyanlar, borçların tamamının ödenmesine kadar cenazesinin defnine izin vermiyorlardı.

Borçların temizlenmesi tam bir ay sürdü. 16 Mayıs 1926 günü vefat eden Vahdettin’in tabutu bakkal, manav ve diğer esnafa olan borçların ödenmesinden sonra 15 Haziran 1926’da Şam’a nakil için hazırlandı. Cenaze tam bir ay sonra tren istasyonuna götürüldü. Trieste’ye taşınacak, oradan da Beyrut’a giden bir gemiye konacaktı. Ama hiç de bir hükümdara yakışmayacak şekilde.

Sultan Vahdettin’in cenazesinin nakline şahit olan bir İtalyan, istasyonda gördüklerini daha sonra şöyle anlatacaktı. “Arabanın yan taraflarındaki yeşil haçların silinmesine çalışılmıştı; ama hala görünüyorlardı. Tren gelince tabutu bir zencinin de yardımıyla vagona bir bavul gibi yerleştirdiler. Cenazenin Vahdettin’e ait olduğunu sonradan hayretler içinde öğrendim.”

Seneler sonra, Vahdettin’i Beyrut’ta karşılayanlardan biri olan Mehmet Orhan Osmanoğlu, Murat Bardakçı ile yaptığı bir konuşmasında hadiseyi şöyle anlatacaktır. “Beyrut’a gittik. Vapur geldi. Zavallı cenaze yukarıda gemide; ama koku tâ aşağıya kadar geliyordu. Ambome etmemişler, hiçbir şey yapmamışlar, geliyor…”

Sultan Vahdettin Han, sağlığında çocuklarına Selahaddin-i Eyyubi Camii’nin bahçesine gömülmeyi vasiyet etmişti; ama o camiinin bahçesinde boş yer bulunamadığı için aile üyelerinin de müsaadesi alınarak 3 Temmuz 1926 tarihinde, Sultan Selim Camii’nin bahçesine gömüldü.

Son olarak, Sultan’ın “ölüm” anında yanında bulunan son eşi Nevzat Hanım’ın hatıralarında bu ölüm hadisesi nasıl işlenmiş ve dünyada hiçbir insanın hak etmediği bir son, bu hanımın yüreğinde ne gibi yaralar açmış, tabuta hücum eden fareler hakkında ne demiş bir görelim:
Nevzat Hanım: Penceremden bakıyorum. Mavi deniz, palmiyeler, bahçeler, birbirinden güzel köşkler, ufukta kotralar. Sanremo’nun bu manzarası cenneti andırıyor; fakat ben kendim cennette değilim. Bu manzarayı cehennemin bir köşesinden görüyorum. Kendime mahsus bir cehennem. Bulunduğum katın bir odasında bir tabut var. Günlerden beri burada duruyor. Bu tabutta Osmanlı Hanedanının son hükümdarı Sultan Altıncı Mehmed Han yatıyor. Mehmed Vahdettin benim kocam. Talihin hayat yoldaşı diye karşıma çıkardığı insan. Ölümüne acıyor muyum? Bilmem. Ortada birden bire kırılmış itiyatların boşluğu var. Bu boşluğu etrafımda duyuyorum; fakat bu ölüye karşı bendeki asıl kuvvetli his, acımaktan ziyade gıpta etmek. Ne mutlu ona, diyorum. Ölüm gibi bir nimete kavuştu. Bazen içimden geliyor. Talihe yardım etsem, bu nimeti kendi elimle arasam.

Ben dindar bir kadınım. Bütün benliğim böyle bir duyguya karşı isyan ediyor. Bu vücut bana emanet bir şey. El kaldırmaya ne hakkım var. Tüylerim ürpererek düşünüyorum. İki saat sonra gece olacak. Her tarafı karanlık basacak. Faturalar ödenmediği için elektrik, su ve hava gazı yok, hepsi kesik. Bütün bir gece karanlık geçecek. Günden güne etrafa bir kat daha yayılan ölüm kokusunu daha korkunç bir suretle duyacağım.

Bu musibet yerine baskın yapmış gibi, gece her tarafta koca fareler dolaşıyor. Etrafımdaki hava adeta şekil şekil hayaletlerle dolu. Uyku ile uyanıklık arasında saatler geçiriyorum. Hayal ile hakikati birbirinden ayırmak için yatağımdan fırlıyorum. “Ben var mıyım, yaşıyor muyum? diye her tarafımı yokluyorum. Belki de korkunç bir rüyadır. Belki bir gün uyanacağım. “Oh çok şükür, hepsi rüya imiş.” diyeceğim.

Bir hain, memleketi satacak kadar gözü dönmüş bir hain, elinin altında koca bir imparatorluk hazinesi bulunan bir hain böyle mi ölür?

Muhabbetle.
Ahmet Anapalı

Kaynak: http://www.teveccuh.com/tabutuna-haciz-konan-osmanli-hukumdari