(Son günlerde aynı manyaklık twitter sitesi hakkında da medyaca yaşandığı için Ocak 2007 tarihli bir yazımı sonuna biraz ekleme yaparak buraya koyuyorum)
- Erdener seni Facebook'ta gördüm.
- Görmez ol!
Son birkaç aydır Facebook için büyük bir gürültü kopartılıyor ülkede. Gazeteler, dergiler tam bir deli kuvvetiyle Facebook’un Türkiye temsilcisi kesildiler. Tüm bu olan biteni hem bir kullanıcı olarak yakinen takip ediyor hem de bu tantananın başlıca sorumlusu olan (mimarı demek daha uygun) yayın organlarını, kendilerine marka gurusu, yöneticisi diyenleri, iletişim, işletme akademisyenlerini, köşe yazarı bozmalarını hayretler içerisinde izliyorum. Tek bir dişe dokunan analize, gerçek bir değerlendirmeye rastlamak mümkün değil. Ya çok acizler, görmezden geliyorlar, ya da “ben dünyadaki(!) gelişmeleri yabancı bloglardan alır çeviririm, benim işim budur, gönlüm rahattır” diyerek huzura eriyorlar. Neresinden bakarsanız bakın tam bir hezeyan bu.
Adeta bir düğmeye basılmışçasına, hep bir ağızdan, tüm gazete ve dergilere “haber yapılan” Facebook, ne hikmetse sadece bir web sitesi ve onun akıl almaz(!) başarısı ekseninde ele alınıyor. Bunlar tam sayfalık sözde incelemelerden tutun da, bir magazin haberi veyahut her gün bir köşe yazarının Facebook’ta başına gelmiş bir anısına kadar uzanan geniş bir yelpazede karşımıza çıkıyor. Öyle ki artık insanın aklına bunun yabancı bir halkla ilişkiler şirketinin kampanyası olduğu dahi geliyor. Facebook’un elde ettiği başarıyı anlamak üzere çıkan bu yazılar sürekli olarak üç ana nedende birleşiyor:
1- Kişilerin Facebook’ta gerçek kimlikleriyle yer alması
2- Tanımadığınız kullanıcıların profil sayfanızı görüntüleyememesi
3- Facebook’ta yer alan ve kullanıcıların geliştirmesine olanak veren “uygulamalar”
Hemen söyleyelim; Facebook’u anlamak için bu ve benzer sebepleri acilen çöpe atarak yola koyulmak lazım. Facebook’un başarısını anlamak isteğimiz eğer samimiyse, şu anki değeri milyar dolarlarla ifade edilen bir web sitesine veya bir markaya/şirkete bu perspektiften bakmaya devam etmemiz ancak saflıkla veya art niyetle açıklanabilir. Zira bu yaklaşım bir kutu Coca-Cola içen ve tadını seven bir gencin “lezzeti güzel, içmeyi seviyorum, açma halkalarından da I-Pod veriyor daha ne olsun!” diyerek Coca-Cola’nın dünyadaki başarısını çözümlemiş olduğunu sanması gibi trajikomik bir aldanmadır. Dibe vurmaktır.
Facebook’u anlamaya başlarken öncelikle sözü edilen bu gerekçelerin neden bir şey ifade etmediğine bakalım. Verilecek cevap sadece bir cümle: Benzer işlevleri gören web siteleri neredeyse İnternet’in icadından bu yana var, ve de farklı farklı özellikleri barındırıyorlar. Hadi hiç uzaklara gitmeden Türkiye’den birkaç örnek verelim; Yonja.com(2003), siberalem.com(2000), cember.net(2005) Bu sitelerin her birisi Facebook’un yere göğe sığdırılamayan tüm özelliklerine haiz sitelerdi, ve hala da öyleler. Israrla birilerinin Facebook’un şu özelliği bunlardan daha üstün deme çabası son derece gülünç. Bu tartışmaya girmek bile olan bitenleri görmemize engel olur. Daha güzel bir örnek verelim: Odtumezunlari.gen.tr sitesi 2002 yılında yalnızca ODTÜ gibi Türkiye’nin en önde gelen üniversitelerinden birinin mezunlarını bir araya toplamak amaçlı kurulan bir siteydi. Üstelik bu siteye üye olabilmeniz için mezun olduğunuzu kanıtlamanız gerekir. Yani tıpatıp Facebook gibi yola çıkmış bir site. Peki ne oldu da odtumezunlari.gen.tr sitesi tüm dünyaya yayılamadı da Facebook gelip, üstelik buglarla dolu ve site navigasyonu hatalı bir site olarak, ortada ne var ne yoksa silip süpürdü? “Poke” özelliği ve “Rakı Sofrası” yoktu, belki ondandır...
Facebook, başarısını tamamıyla yatırım desteğine ve de Amerikan devlet politikasına borçlu bir sitedir. Ayrıca “risk sermayesinin” ne anlama geldiği üzerine de mükemmel bir örnektir. Harvard Üniversitesi öğrencisi Mark Zuckerberg tarafından kurulduğu 4 Şubat 2004 tarihinden bu yana sırasıyla şu destekleri almıştır:
- Kurulduktan çok kısa bir süre sonra 2004 yazında, PayPal’in ortaklarından Peter Thiel’den $500,000
- Nisan 2005’de Accel Partners adlı risk sermayesi firmasından $12.7 milyon
- Nisan 2006’da Greylock Partners Meritech Capital Partners’ın da katılımıyla $25 milyon
- Peter Thiel ve Accel Partners’ın destekleri artarak devam etmiştir.
Bunlar Türkiye’de basit bir girişimcinin hayal bile edemeyeceği rakamlardır. Böylesine büyük bir yatırımla büyük çaplı bir tekstil fabrikası kurmak dahi mümkün.
Mark Zuckerberg Harvard'da okurken arkadaşlarıyla kritik bir kararla bu projeyi büyütmek adına California’ya gidişlerini şu sözlerle anlatıyor: “I ended up meeting Peter Thiel and he offered us some funding. He shared a lot of sense with us. That knowledge helped with the huge transformation we're undergoing and enabled us to hire all these smart engineers. We grew, and we'd never have been able to do any of this if we hadn't come to California.”
Öyleyse bu yatırımcıları “iki tane Harvard’lı gence” destek vermeye iten sebep neydi? “İnsanlar ilkokul arkadaşlarını bulsunlar biz de reklam bannerlarından para kazanırız...” diye düşündüklerine inanmak için tekrarlıyorum ancak aptal olmak gerekir. Facebook, İnternet kullanıcılarının davranış biçimlerini ve tüm bilgilerini depolama ve bu bilgilieri gerçek zamanlı ve süregelir olarak pazarlamak amaçlı geliştirilmiş bir sitedir. (Accel Partners’ın, bir İnternet veri araştırma ve istatistik firması olan comscore.com sitesini de elinde bulundurduğunu eklemek istiyorum.)
Facebook’un ne olduğu konusunu daha da detaylandırmak istemiyorum. Gerek de duymuyorum. Gerçekleri göremeyenlere, daha da vahimi, görmeye niyeti olmayanlara hiçbir şey gösteremezsiniz. Ne söylerseniz söyleyin, hangi belgeyi getirirseniz getirin söyledikleriniz algısı bozuk ve art niyetli insanlarca “komplo teorisi” olarak nitelenecektir. O yüzden Facebook’un beni daha çok ilgilendiren tarafı Türkiye’nin Facebook’a bakış açısı. İthal bir ürünün bu kadar kısa zamanda Türkiye’de milyonlar satar hale, daha önemlisi bir marka haline getirilmesini anlamaya çalışıyorum. Son 3 ayda medyada yer alan “haberlerin” rakamsal değeri yüz milyon dolarlarla ölçülebilir. “Haber değeri olduğu için”, “haber yapıldığı” savunması ise kocaman bir yalandır. Aksine, haber yapıldığı için bu kadar tantanası koparılan, ve ilkokul arkadaşımızı orada bulduğumuz bir sitedir. Sürekli olarak pompalanan “herkes orada; ünlüler, ilkokul arkadaşların, mahalle bakkalın...” saçmalığı bizim de Facebook’ta olmamız için bir neden değil, bizim de orada olduğumuz için vardığımız bir sonuçtur. Böylesine basit bir mantığı kaleme almaktan ötürü inanın utanç duyuyorum. Yeni ve üstelik yabancı bir markanın medyadaki bu ayrıcalığını da hepten lanetliyorum. Çok değil bundan 5 sene sonra pazarlama çevrelerinde, gazetelerin İK eklerinde, sektör dergilerinde, panellerde şuna benzer soruları tartışıyor olacağız: “Neden sanal markalarımız yok?”, “Bu topraklardan bir Facebook çıkar mı?” Hayır efendim çıkmaz. Sizler şimdi “nasıl oluyor da birileri gelip kahveyi 10 TL’dan bizlere satıyor ve dükkanları dolup taşıyor?” diye gayribilimsel makalelerinizi yazmaya devam ediniz. Kafanızı bu konulara yormayınız...
Kültür emperyalizminin göz göre göre bu kadar çok pohpohlandığına, bir ülkenin dış markalara var gücüyle çanak tutarak kendisini bu kadar alçaltabileceğine daha iyi bir örnek bulamazsınız. Bu rezilliğe alet olmayan ve ülkelerindeki İnternet kullanım oranı Türkiye’nin katbekat üzerinde olan sayısız ülke var. İşte Yunanistan (100.000), işte Rusya (40.000), işte İtalya (140.000), işte Almanya 300.000 (Avrupa lideri ve nüfusun yüzde 61.2'si İnternet kullanıcısı) ve Türkiye Facebook networkü (1.230.000!). (an itibarıyla: 3,503,338)
İnternet tüm ülkelerin eşit şartlarda hareket edebileceği bakir bir platform (“platformdu” demek için zaman daralıyor). Elbette İngilizce, bir sitenin uluslararası başarıya gidişinde anahtar bir faktör. Ancak bu 1-0 olan yenilgiyi maçın hemen başında kendi kalenize 9 gol de siz atarak 10-0’a getiriyorsanız sürekli küme düşen olan takım olmaya mahkumsunuz demektir. “Evlerinin garajında 2 genç çocuk...” masallarını bu halka yutturarak kendi dangalaklığınızın faturasını kitlelere ödetmeye hakkınız yoktur. Gözümüzü dört açamadığımız, her olan biten karşısında doğru sorular sormayı öğrenemediğimiz ve kendi markalarımıza sahip çıkamadığımız sürece de bu ülkeden ne gerçek dünya markaları çıkabilir ne de garajlı evlerde oturabiliriz.
Ocak 2007
ek 1: http://www.medyatava.com/haber.asp?id=50411
‘Twitter’ patlaması üzerine zorunlu ek 2:
2007 yılında kaleme aldığım yukarıdaki yazıdan bu yana Türkiye’nin İnternet’e olan yaklaşımında ve algısında fazla bir değişiklik olmadı. İnternet ve teknoloji ile ilgili değerlendirme yaptığını düşünen yazarlar halen yabancı teknoloji bloglarında yazılanları Türkçe’ye kazandırmakla meşguller. Elbette bunu da birileri yapacaktır, yapılmalıdır da. Gelin görün ki, unutulan çok önemli bir nokta var. Bu şudur; şu anda İnternet denilen şey yüzyılın icadı bir ‘iletişim’ aracıdır. Bir medyadır. Güzel, peki İnternet ile ilgili ahkam kesen yazarların iletişim ve medya kültürü ile ilgili olan bilgi, birikim ve alakaları ne düzeydedir? Gözlemlediğim kadarıyla hemen hiç yok. Yani Türkiye’de gelinen noktada, bir yazar bir İnternet sitesini değerlendirir, tanıtır, incelerken Erdoğan Sevgin’in “Olacak O Kadar” izleyerek televizyonu yorumlamasından öteye geçememektedir. Çok iyi kod bilgisi, bilgisayar oyunu kültürü, surf kabiliyeti vb. şeylere sahip kişiler bir anda İnternet konusunda 'söz sahibi' gibi bir yere konumlanmış, konumlandırılmıştır. Oysa İnternet ve web sitelerini anlamak, değerlendirmek, ancak ‘iletişim’ bilgisine sahip insanlarca yapılabilecek ciddi bir iştir.
Olaya bu perspektiften bakılmaya başlandığında, sözünü ettiğim değerlendirme yazılarının -belki de hiç farkında olmadan- ne kadar tehlikeli yazılara dönüştüğü de açıkça görülebilir. Sözgelimi; yaptığı şey üyelerinin o an ne yaptığını, ne ettiğini arkadaşlarıyla paylaşmasına olanak sağlayan (ne buluş ama!) Twitter sitesini dört bir yanda yazı konusu/haber yapmak, aynı Facebook, Youtube, Google vb. örneklerde olduğu gibi değeri milyon dolarla ölçülemeyecek reklam/halkla ilişkiler kampanyasını Twitter’a toka etmekten başka hiçbir şey değildir. Bu minvalde bir yazı/haber medyada yerini bulduğu andan itibaren artık o ‘bu dünyada da var o yüzden ben de yazıyorum’ masumiyetini bir çırpıda terk eder. Sebebi basit, şu anda dünyanın en fazla hit alan sitelerinin %100’ü birer markadırlar ve başarılarını da sadece ve sadece bu ve benzeri medya haberlerine borçludurlar. Twitter’ın beş para etmez bir site olduğu gün kadar açıkken (kaç kişi bunu görebiliyor?), benzeri siteler (buyrun facebook, neye yetmedi acaba??) varken, kullanılıyorken nasıl oluyor da böylesine çocukların dahi güleceği bir site sağdan soldan bir yolunu bularak hayatımıza girebiliyor? Sanırım cevabı şu kendimizi kandırmayalım: Biz yabancı markaları severiz.
Ha bir de, şu büyük köpek çantaları çok satılıyordu değil mi? Güzel...
Kaynak: kedikumu.blogspot.com/2009/09/dablyu-dablyu-trrrrney-lan-bu.html