Suç ve ceza kavramları Dostoyevski’nin romanı olmaktan çıkıp da kendi dünyamızı etkileyen kavramlar haline gelince tüm hoşgörülü sözler ceberutlaşıyor, tüm pervasız tavırlar bir masumiyet kazanıyor. Ceza benim adıma uygulanacaksa mutlaka az oluyor; suç ise bana isnat ediliyorsa mutlaka asılsız oluyor. Böylelikle ikiyüzlülüğün geniş şemsiyesi etik rahmetten hepimizi koruyabiliyor.
Oysa Dostoyevski’nin roman kahramanı Raskolnikov, suçlu olarak ortada delil bırakmadığı halde, vicdanından rahatsız olduğu için kendini ihbar ediyor. Bir kişi olarak “kendini kendine muhatap alarak” vicdanıyla konuşuyor. Bugünün “moda laf”ı, dünün “kadim felsefî kavram”ı olan “etik” değer ortaya koyuyor; bunun için “etik”i bir çiğnemlik “sakız” olmaktan çıkıyor. Acaba Raskolnikov sanal âlemde suç işleseydi Dostoyevski romanı nasıl yazardı? İtiraflar nasıl olurdu?
Hayatın etik yönü, lafın Türkçesi ahlâk ve vicdan aşınmaya başladıkça, sanal ya da gerçek birilikte yaşadıklarımızın “hukuk”unu ihlal eder, kendimizi de bir gün “kanun” kapısında buluruz. “Bir iş kanuna kaldıysa yapacak bir şey yoktur” derler, yani toplum ve birey için tahribat oluşmuştur. Zihnimizi toparlamak için şu iki ifadeye de kulak asalım. “Edep ahlâkın dörtte üçüdür.” “Ahlak asgaride hukuktur.” Bu ifadeler insanın kanun karşısına çıkmadan önceki hukuku (hakları) ile ilgilidir. O nedenle sosyolojinin “hukuk”u, ile hukuk biliminin “kanun”unu birbirine karıştırmamak gerekir.
Örneğin, bir genç babasının arkadaşına gider ve bir sıkıntısını anlatır; o da ona “Babanla bir hukukumuz vardır”, der. Genç zaten o hukuku bildiği için oradadır. Bu ziyaret “kanun” ile açıklanamaz. O genç eğer bu durumu istismar eder ve o adamın babası ile hukukunu ihlal ederse geçmişe dayanan bu hukuku devam ettiremez, hatta istismarı suç olursa kendinin kanun karşısında bulur.
Yüz yüze görüştüğümüz insanlarla bir hukukumuz olacağı gibi, internet kutumuzda adresleri olanlarla da hukukumuz vardır; eğer mail gönderenlerin niyeti kötü değilse. Bir gün internetten birisi ve/ya bir paylaşım grubu “bize katılın mutlu (güçlü) olun” diye feryat figan iconlarla bir mesaj gönderir.
Ne hikmetse, komşusunun yüzüne bakmayan, iş arkadaşının gözünü oyan onca adam sanal cennetin en “sevgi”li simaları olarak bir hukuk (arkadaşlık?) tesis etmek isterler. Davete dayanamayıp katılırsak kutunuzdaki adresler karşı tarafa gider. Birkaç tanesi bir araya geldiğinde neye saldıracağı, belli olmayan, hatta kendine sanal yüce statüler atfeden “sosyopatlar” öbeğinin davetine de katılabiliriz. Bu nedenle bir arkadaşımız “Neden benim adresimi başkasına verdin?”, diye haklı olarak kulağınızı çeker.
İşte, hukukunu, arkadaşlığını “mail-box” hacmiyle ölçenler edep ve terbiye sınırlarını aşarak sanal âlemin tadından yenmez ilişkilerini bozunca müracaat edecekleri bir “kanun” kapısı aramaya koyulacak, *******ünikasyon İletişim Başkanlığı (TIB) elindeki kanundan hemen medet umacaklardır.
Bu kanun “ceza” vermeyecek; “suç”lu kendini ifade özgürlüğü ve iletişim olanakları hakkına saklayacak, ama kanun karşısına çıkmayacak. Ne zaman ne şekilde bilinmez “canı yananlar”ın sığınmak istediğini ne zaman ne şekilde “can yakanlar” ortadan kaldıracak.
Bozulan hukuku iki günlük kanunla düzeltmeyi “ummak” ne kadar mümkün? Binlerce yıl önce Sumerlilerden gelen borçla, boşanmayla ilgili kanundan medet ummayan bizler neden iki günlük yasadan medet umarız ki?
Bu güncel konuyu, ayakları havada sandığımız Alman filozofu Kant’ın üç sorusu ile bir daha düşünelim: Ne bilebilirim? Ne yapabilirim? Ne umabilirim?
Sanal âlemde bir hukukumuz olacaksa, bunları aklımıza getirebiliriz. Kant’ın bu ilkelerini uçuşan bir felsefe gibi değil tam tersine ayakları yere sağlam basan deneyimler özeti olarak düşünmek gerekir. Yoksa teknolojiyi gereksiz yere suçlayan çağ dışı insanlar olarak algılayanlar öbeğine katılırız.
Dr.Dursun Ayan