İnsanın içindeki veya bedeni çevreleyen bir biyoalanla ya da bir enerji bedenle ilgili teori öyle görünüyorki kadim bir iddiayı onaylamaktadır. Bu, kadim çağların Hint ve Uzak Doğu filozofları tarafından aktarılmış ve Batı Dünyası teozofları ve mistikleri tarafından tekrar keşfedilmiş ve yüzyılımızda antropozofistler tarafından temsil edilir olmuştur. Bu, insanın ve diğer canlıların normal fizik bedenlerinin yanısıra bir de astral beden denilen bir başka bedene daha sahip olduğunu ifade eden bir kabuldür. Bazı yazarlar tarafından akışkan beden; ya da fantom beden, ruh bedeni, ince maddesel dedublüman olarak da tanımlanmaktadır.
Bu tasavvur bugüne kadar şiddetli karşıt görüşlere maruz kalmıştır. Bir bakımdan bu bir önceki bölümde tasvir edilen genel bir yaşam gücü enerjisiyle ilgili Çin akupunktur uygulayıcılarının görüşünü oldukça güçlü bir şekilde hatırlatmaktadır ve Hint yoga öğretisinin temel bilgileriyle de örtüşmektedir. Buna göre insan, fiziki bedeni yanında bir de “ince maddesel” bir bedene sahiptir ve bunun içinde evrensel bir yaşam enerjisi akmaktadır. Hintliler buna “Prana” demektedirler. Fizik bedenin yanında insanın içinde bulunan ikinci çok daha “ince” bir bedenle ilgili görüşü, kadim Mısır’da bundan beş bin sene önce de bulmaktayız. Bu görüşle Tibetli rahiplerden ilkel toplumların neredeyse tüm şaman ve kabile büyücülerine kadar dünyanın her yerinde karşılaşılmaktadır. İfade edildiğine göre, bu astral bedenden tüm canlı varlıkları ve bitkileri çevreleyen bir ışın yayılmakta ve bu da aurayı yapılandırmaktadır.
Musa ve Hristiyanlığın peygamber ve azizleri, zamanlarından bu yana, başlarını çevreleyen bu ışık ile resmedilmişlerdir. Söylendiğine göre bu, özellikle vecd hallerinde görünür olmaktaydı. İsa da böyle bir ışın bulutu ile tüm bedeni kuşatılmış olarak sanatçılar tarafından sıkça tasvir edilmiştir.
Önceden belirttiğimiz doktor ve manyetizör Franz Anton Mesmer bu fenomeni iki yüz yıl önce tekrar ele almıştır. O, yaşayan her şeyden ışık saçan bir akışkan yayıldığını iddia etmektedir ve bu olguyu kendi “canlısal manyetizma” düşüncesi ile ilişkilendirdi. Bilim dünyası ise Mesmer’in bu düşüncesini reddetti ve bu, 18. yüzyılın sonuna doğru Paris Bilim Akademisi tarafından hem de tek bir araştırma sonucunda gerçekleştirilmişti. Bu kuruluş, bundan birkaç yıl sonra gök taşı meselesinde oldukça şaşırtıcı bir saptamada bulunan akademinin ta kendisiydi, şöyle denmişti: “Gökten taşlar düşmez”. Ve başka bir iddası da şuydu: “Konuşan bir makine, yani bir gramofon tarafından insan sesinin bir taklidi oluşturulamaz, bu hileden başka bir şey değildir.”
İnsan bedeninden yayılan bir ışınla ilgili oldukça derin bir çalışma, bir önceki yüzyılda Stuttgarüt araştırmacı Karl Frciherr von Reichenbach tarafından gerçekleştirildi. Reichenbach’ın yaşamı, o ana kadar sayısız bilimsel başarılarla doluydu ve kendi zamanının üstünde bilimsel bir bilgiye sahipti. Yirmi yıl boyunca aşağı yukarı 500 hassas kişi üzerinde deneyler gerçekleştirdi. Deneklerini saatlerce Viyana’daki sarayının bodrumunda, gözleri karanlığa alışıncaya ve en ufak bir ışık belirtisine karşı duyarlı oluncaya kadar tam bir karanlık içinde tuttu. Belirtildiğine göre bu hassas kişiler daha sonra, orada bulunanlar üzerinde parlayan ışınımlar farketince başlamışlardı. Reichenbach bu ışınıma “Od” adını verdi. Reichenbach’ın deneklerinin belirttiklerine göre, açıkta tam bir karanlık içinde bulunan her bireyin cildi, beyaz bir parlaklığa sahipmiş. Fakat kişi hasta ya da ilerde ortaya çıkacak bir hastalık durumu söz konusu ise bu renk kızılımsı ya da kırmızı bir renkte bulunuyormuş. Yüksek derecede hassaslarca algılanan renk farklılıkları daha da çokmuş. Temel renkler mavi ve turuncunun içinde yeşil, kırmızı, portakal ve eflatun ışınımlar da görünmekteymiş.
Reichenbach, Mesmer’in düşüncesiyle tamamen örtüşür bir şekilde, bu “Od”un başka bedenlere aktarılabilir olduğunu kanıtladığına inanmaktaydı ve bunun için de bununla her zaman doğrudan bir temas içinde bulunma zorunluluğu olmadığını belirtmekteydi. Bu iddialar günümüzün sayısız ruhsal şifacıları ve diğer medyomları ile birlikte Sovyet ve Çek parapsikologları tarafından gerçekleştirilen modern araştırma ve deney sonuçlarınca güçlendirilmiştir.
Amerika’da bu Reichenbach deneyleriyle birçok kişi ilgilenmiştir.
Bunların arasında özellikle Dr. Şefika Karagülle’den bahsedebiliriz ki en çok ilgilenen o olmuştur. Türkiye’de doğmuş olan doktor, nöropsikiyatri üzerine dört ülkede deneyim sahibidir ve Beverly Hill’deki “Higher Sense Perception Research Foundation”m başkanlığına atanmıştır. Bu kuruluş, psişik fenomenler ve dahilik yeteneği üzerinde çalışan bir vakıftır. Karagülle, “Aura” algılayabilen ve aynı ölçüde enerji bedeni de görebilen hassas yetenekli kişiler ile de çalışmaktadır. Söz konusu kişiler normal fiziki bedeni, parıltılı bir doku gibi, ışık şimşekleri ve ışınları olarak görünmektedir. Birçok sıkı kontrol altında gerçekleştirilmiş deneylerde, Reichenbach’ın bir yüzyıl önce gerçekleştirdiği bazı deneyler test edilmiş ve onaylanmıştır.
Ancak bundan yüz otuz yıl öncesinde Reichenbach, bilim arkadaşları tarafından ciddiye alınmamıştı. Büyük saygılar duyulan Berlinli fizyolog Emil Du Bois Reymond, Reichenbach’ın “Od” araştırmasını “insan aklının ortaya çıkardığı en hüzünlü yanılgılar dokusu, eskilerin söylenceleri, eskimiş romanlar, cadı hırdavatları olarak yakılmaktan başka işe yaramayan şeyler” olarak tanımlamıştı. Ve Genfli hayvan bilimci ve anatomist Karl Vogt, Reichenbach’ın “Od”unu “aşırı derecede yükseltilmiş sinir uyarılarına dayanan bir saçmalık” olarak tanımladı.
Canlı maddenin aurasını doğrudan algılayabilen özel hassas insanların yeteneklerine dair anlatılan öykülerle dünyanın her yerinde karşılaşmaktayız ve bu hassas kişiler tarafından anlatılan birbirinden bağımsız ifadeler, ne doğrudan ne de dolaylı olarak birbirleriyle temasta bulunmuştur. Bunların ciddiye alınması gerekmektedir, çünkü bu ifadeler önemli temel noktalarda birbirleriyle örtüşmektedir. Bu sadece aura için değil, enerji beden açısından da geçerlidir. Şu oldukça kesindir, burada söz konusu olan fenomenlerin algılanıyor olması bir gerçektir; çünkü halüsinasyonlar sebebiyle meydana geldiği düşünülen bu tür ve bu çoklukta örtüşmelerin hem de tamamen farklı yapılara sahip ve tamamen farklı kültür çevrelerinden insanlarda tesadüfen meydana gelmesi olasılık ilkelerine aykırıdır.
Aura, psişik şifa ve paranormal ameliyatlarda önemli bir rol oynar. Birçok hassas birey söz konusu kişinin sağlığı ve ruh haliyle ilgili kendi çıkarımlarını aura gözleminden oluşturabilir. Amerikalı teşhis medyomları Olga Worrall ve Sigrun Seutemann, hastalar üzerinde yaptıkları aura gözlemlerinden, hiçbir teknik yardımcı araç kullanmadan birçok hastalıkları doğrudan tanıyabilirler. Bunun için yapmaları gereken tek şey belli bir derecede odaklanma ve algı işlevlerini yeni duruma uyumlamaktır. Bununla birlikte onlar, insanın bu aura benzeri ışınımlarını görmek için başlangıçta her ne kadar normal gözlerini kullansalar da aslında fiziksel gözleriyle görmedikleri fikrindedirler ve bu algının doğrudan biyo-alandan meydana geldiğini savunmaktadırlar. Nitekim Olga Worrall belli bir süre sonra fiziksel gözlerini tamamen kapatmakta ve buna rağmen insanların aurasını tüm detaylarıyla birlikte, değişimlerine kadar “görmektedir”.
Aurayla ilgili başka ilginç verileri ingiliz şifacı Gordon Turner’den almaktayız. Auranın dinamik bir yapıda olduğu, sürekli değişmekte olduğu ve dış etkilere, bedendeki duygulara ve hastalıklara renk değişimleri, yoğunluk, şekiller ve oranlar aracılığıyla tepki gösterdiği fikrindedir.
Bunun yanında Turner’e göre, yaş ve deneyim aurada değişimler oluşturmaktadır. Böylece küçük bir çocuğun aurası daha yalındır ve bedene daha yakın görünür. Doğmamış çocuğun aurası ise doğumdan altı ay önce annenin aurası içinde görülebilmek teymiş. Anlaşılan hayvanların da insanlara benzer bir auraları vardır, fakat daha az karmaşık ve daha az farklılık içermektedir. Hayvan filogenetik gelişim basamağının ne kadar altındaysa aurası da o kadar basittir. Fakat aynı tür hayvanlar içinde de dikkate değer farklılıklar gözlemlenmektedir. Sürü hayvanlarının aurasında sürü iç güdüsü yansımaktadır. Bireysel aura alanları, grubu bir bütün olarak saran büyük bir aura alanında birleşmektedirler. Burada rahatlıkla bir grup aurasından söz edebiliriz.
Çok alt bir basamakta bulunan canlılarda aura aynıdır, yani hassaslar tarafından algılanacak özel bireysel hatlar içermemektedir. İstisnalar hayvanın hastalık durumunda söz konusudur ve bu durumda hayvanın aurası; Turner’e göre “kirli kahverengi olmaktadır ve bedene çok yakındır”. Böyle bir auraya sahip hayvanların kendini sürüden ayırması ya da türdeşleri tarafından sürü dışına sürülmesi pek nadir değildir. Belki de ortak bir grup zekasının kararıyla, grubun hastalığa karşı korunması maksadıyla, buna bir benzetme olarak orta çağdaki sağlıklıların cüzzamlılara karşı yaklaşımı akıllara getirilebilir.
Birey amalarının varyasyonları, daha gelişmiş hayvanlarda da ortaya çıkmaktadır. Türdeşlerinden daha zeki olan hayvanlar vardır ve bu, onların aurasından okunmaktadır. Burada çevrenin de büyük bir etkisi vardır. Böylece Turner’in belirttiklerine göre, evcil hayvanların aurası yaban hayvanlarınkine oranla daha bireysel hatlar taşırlar. Örnek olarak muhabbet kuşlarıyla ilgili gözlemlerini öne sürmektedir.
Dar bir kuş kafesi içinde bulunan bir muhabbet kuşunun aurası çok zayıf ve griydi. Fakat aynı muhabbet kuşunu, ortak kafese koyduğunda ise aurası maviye bürünmekte ve genişlemekteydi, ki bu ruhsal etkinliğin yükseldiğine dair bir işaret olarak yorumlanabilir ve hatta kendisini burada yalnız başına hapis olduğu kafesten daha iyi hissettiği de söylenebilir. Hayvan dostu bir ailenin sevgisiyle şımartılmış bir kuşun aurası güçlü bir mavi renkteydi ve devasa bir çapı vardı. Bir başkası da renk açısından farklı bir değişim göstermekteydi ve bu hayvan alışılmışın dışında bir zeka geliştirmekteydi’.
Araştırmacı ve şifacı Turner’in bu tespitleri, pratik psikolojinin sorunları açısından oldukça ilginçtir, çünkü bunlar, modern psikolojinin ve grup psikolojisinin amprik sonuçlarıyla tam anlamıyla aynı çizgide bulunmaktadırlar. Bu konu insan psişesine aktarıldığında, bundan bir çocuğun mutlu ve neşeli bir evde büyüdüğünde, asosyal bir çevreden geldiğinde ya da bir çocuk yuvasında bir grup içinde yetiştirildiğinde kendini ne kadar farklı geliştireceği görülebilir.
İnsanın grup içindeki psişesinin yalnız ve tecrit edilmiş olduğundan biraz daha farklı olduğuna, telepati ile ilgili açıklamalarda değinmiştik. Belli bir sayıda insanın bir araya toplandığı durumlarda ve aynı duyguları yaşadıklarında, hassas insanlar için bir aura görülebilir olmakta ve bu tüm grubu kuşatmaktadır.
Örneğin konserlerde, dinsel etkinliklerde, kitle festivallerinde, fanatik radikallerin politik gösterilerinde vs.
Aura alanının kabulü sayesinde grup içinde telepatik iletişim olanağı daha anlaşılabilir olabilir ve bununla birlikte böcek sürülerinin, kuşların ve balık sürülerinin ortak davranışları da bu açıdan yola çıkıldığında akla daha yatkın fikirlerle açıklanabilir. Böyle bir kabulün tam anlamı burada tüm genişliğiyle ortaya koyulamaz. Aura tezi ile birlikte insan imgesi, insanlığın sayısız varoluş alanlarına doğru genişlemekte ve yeni, fantastik denebilecek açılara doğru yol almaktadır.
Öyle görünüyor ki, ruhsal şifa fenomenlerinde meydana gelen süreçler, aurada kendini yansıtmaktadır. Bu şu anlama gelir: Ruhsal şifa süreci, gerektiğinde hassas kişi tarafından görsel olarak takip edilebilir. Gordon Turner, el koyarak şifa verme fenomeninde, şifacı ellerini hastanın bedeni üzerine koyduğu anda her ikisinin amalarının birleştiğini iddia etmektedir. Birkaç dakika içinde önceden var olan tüm renkler baskın bir mavi altında düzenlenmektedir ki bu, auranın normal sınırının oldukça ötesine doğru yayılmaktadır. Hassas kişi tedavi sonrası, önceden hastalığa işaret eden şekil ve renkleri aura üzerinde hala görebilmektedir, fakat bunlar oldukça hızlı bir şekilde solmakta ya da hastanın bedeninden dışarıya çıkıyor gibi görünmektedir.
Ani ve tam bir iyileşmede aura, beş dakika içinde olması gereken rengine tekrar kavuşmaktadır. Başka durumlarda ise aura alanlarında farklı uzunluklarda küçük noktalar ya da yara izleri haftalar, aylar hatta yıllar boyunca, rahatsızlığın ağırlığına göre görülebilir.
Hassasların, insanın-aurasıyla ilgili verdikleri ifadeler özellikle gözlemlenen renkler açısından bazı farklar içermektedir. Bu anlaşılırdır, çünkü medyomlar paranormal bir deneyimi bizlerin anlayabileceği sözcüklerle ve bizlerin normal duyularının kavrayabileceği biçimde aktarma çabası içindedirler. Medyomların bilinçaltı, psişik “titreşimleri” bizlerin alışık olduğu görsel ve imgesel tasavvurlara yani renk ve şekillere tercüme etmek zorundadır. Burada bir tür kişisel etken daima işe karışmaktadır, yani her bir karmaşık kavram çeşitli somut ifadeler çağrıştırmaktadır.
Duyular dışı algılamalara dayanan her ifade, bilim adamları tarafından genelde önemsiz görülmektedir ve doğrusu normal duyuların güvensizliğinden söz edilirken halüsinasyon ve telkin gibi hoşa gitmeyen olanaklardan söz etmeye elbette hiç gerek yoktur. Gerçekten de fiziksel dedektörlerin verileri, genel olarak daha güvenilirdir. Buna göre en ideal olanı, tüm bu süreçler için fiziksel dedektörler kullanmak olacaktır, fakat ne yazık ki bunlar henüz yoktur. Yetenekli bir hassasın belirti alanı, günümüzde bildiğimiz tüm dedektörlerden çok daha geniştir.
Bundan dolayı iyi medyomların ifadeleri dikkate alınmalı, hele bir de bilim adamlarının bazı özel araştırmalarda sıkça diğer “biyolojik dedektörlere” başvurdukları göz önünde bulundurulduğunda, her ne kadar bu durum genelde yalın yaşam formlarıyla bağlantılı olsa da, medyomlarm bulguları kesinlikle görmezlikten gelinmemelidir. Bundan dolayı öyle görünüyor ki, bunca araştırılacak fenomenin, kolay ya da zor araştırılabilir olup olmadığına bakmanın bir manası yoktur, ya da Fransız doktor ve Nobel ödülü sahibi Alexis Carel’in ifade ettiği gibi: “Bir araştırma nesnesinin önemi, güncel fiziksel kanıt tekniklerinin olanaklarına göre kolayca belirlenir olup olmadığına bakmaz.”
Bununla birlikte, “dedektör insan” tarafından alman verilerin, çoğu bilim adamlarının sandığı kadar güvensiz olmadığı da ortadadır. Bunun için, insanlar tarafından kadim zamanlardan bu yana gözlemlenmiş olan ve başta günümüzün doğrucu, pozitif bilim adamlarınca kabul edilmemiş fakat daha sonra artan bir yüzdeyle kabul edilmiş olan fenomenlerin sayısını akla getirmek yeterli olacaktır. Bununla birlikte, medyomların ifadeleri bilimsel kanıt olarak bir değer taşımasalar da, bunlar yine de durmaksızın değerli ipuçları sağlamıyorlar mı!
Yoksa böyle düşünülmemeli midir? Şimdi bu açıdan bakıldığında, yani bu veriler en azından ipuçları olarak görüldüğünde Gordon Turnerin ölüm fenomeniyle ilgili verdiği ifadeler yön belirleyici olarak görülecektir. O, ölüm anını üç kez gözlemledi ve bir durugörür olarak her seferinde benzer algılar edindi. Algılarında ölmekte olan kişinin aurası renk kaybetmekte, mat gri bir renge bürünmekte ve gitgide bedene doğru çekilmektedir. Bununla birlikte bulanık bir suret de görmüştü, bu ise fiziki bedenin görünümüne sahipti, fakat biraz daha büyüktü ve bu suret, fiziki bedenden ayrılmakta, ondan uzağa doğru hareket etmekte ve bunun aşağı yukarı bir metre üstünde süzülerek durmaktaydı. Turner bu sureti esir ya da astral beden ile, ya da bugün birçok araştırmacı tarafından enerji beden olarak tanımlanan ile bir tutmaktadır. Tüm odayı kaplayan tuhaf bir renk oyunundan sonra aura ve olası enerji beden kaybolup gitmekteydi. Fenomenlerin süresi on beş dakika ile üç saat arasındaydı.
Fiziksel ölüm ardından ruhsal olarak hayatta kalma düşüncesi, insanlık tarihinin ilk çağlarına kadar takip edilebilmektedir, fakat bu anlayış bizim kültürel çevremizdeki çoğu insan tarafından reddedilmekte ve buna gülünmektedir. Birçokları bu inancı, yaşam korkusunun dengelendiği bir dışavurum olarak görmektedir. Ancak bu kişilerin konuyla ilgili geçen yüzyıldan beri bir araya getirilmiş olan büyük bir miktarda güvenilir, kanıtsal materyalden haberleri yoktur. Bunların bir kısmı çok şüpheci ve “uçarı fikirlerden” uzak araştırmacılardandır.
Oldukça ilgi uyandıran Amerikalı Arthur Ford, teolog, psikolog ve aynı zamanda bir medyomdur, kendi medyomsal öte alem temaslarıyla bağlantılı olarak tasvirlerde ve analizlerde bulunmuş ve bunları “Ölümden sonraki yaşama dair anlatımlarında” bir araya toplamıştır. Tabii ki fizik bedenin ölümü ardından hayatta kalabilen bir astral bedenin varlığı ve bununla birlikte olası bir ruhsal ya da zihinsel var oluş biçimi bugüne kadar bilimsel olarak kanıtlanamamıştır; fakat bunun tersinin kanıtlanmış olduğunu düşünmek de büyük bir yanılgıdır.
Wernher von Braun bununla ilgili şunları belirtmektedir: “Bilim, hiçbir şeyin tek bir iz bile bırakmadan kaybolup gidemeyeceğini kanıtlamıştır. Doğa bir yok oluş tanımamaktadır, sadece bir değişim vardır. Bilimin bana öğrettiği ve öğretmeye devam ettiği her şey, bizlerin ruhsal mevcudiyetinin ölümün ötesinde devam ettiğine ve devam edeceğine dair olan inancımı güçlendirmektedir!”
Uzay yolculuğunun babası Hermann Oberth de buna benzer ifadelerde bulunmuştur.
Bu konuyla ilgili olarak şunu belirtelim, bazı medyomlar, astral bedenin sadece ölüm anında fiziki bedenden ayrılmadığını,, belli bazı durumlarda fiziki yaşam içinde bile kendini geçici bir süre için bedenden ayırabileceğini savunmaktadır. Astral seyahat denilen bu fantastik süreçler en fantastik zihinler tarafından anlatılırlar. Bu olağanüstü derecede ilginç olan fenomenler, ne yazık ki gerçek fenomenler ile sahtelerini birbirine karıştıran bazı kişilerce kötü bir üne kavuşturulmaktadır.
Gerçek şu ki, birçok onaylanmış ve önemli noktalarda birbirleriyle örtüşen vakalar, aklı başında insanlar tarafından bildirilmektedir ve onlar bazı özel durumlarda, örneğin yaşamlarının tehlike altında olduğu hastalık anlarında ya da ameliyatlarda bu durumları deneyimlemişler ve bilinçleri açık olarak kendilerini bedenlerinin dışında bulmuşlardır. Ve daha sonra kendilerini tüm gerçekliğiyle karşılarında gördüklerini iddia etmişlerdir. Bedenlerini ameliyat masası üstünde görmüşler ve kanıt olarak ameliyat esnasında olup biten bazı durumları tüm ince detaylarına kadar anlatmışlardır ki onlar bu ve fiziki bedenlerinin bulundukları o anki durum içinde asla algılayamazlardı ve bunların doğruluğu daha sonra tüm detaylarına kadar karşılaştırıldı ve tespit edildi.
Hint yogilerin ve Tibetli lamaların böyle bir yeteneğe sahip oldukları çok önceden beri sıkça belirtilir. Onlar astral bedenlerini kendi iradeleriyle fiziki bedenlerinden geçici olarak ayırabilmekte ve bunu bilinçleri açık olarak deneyimleyebilmektedirler. Bu tür haberler Batı Dünyası’nda, eski halkların batıl inançları olarak görülür ve ciddiye alınıp araştırılmazlar. Fakat bu arada bu tür fenomenler az da olsa, Batı’da da ortaya çıkmaktadır. Böyle bir sansasyonel vaka ile Amerikalı elektronik uzmanı Robert Monroe’nın deneyimlerinde karşılaşmaktayız. Öyle görünüyor ki Monroe gerçekten de bilincini uzak yerlere gönderebilmektedir. Üstelik seyahatte bulunan suret aynı zamanda, bulunduğu yerde olup bitenleri ve oradaki insanları görebilmekte ve işitebilmektedir. Orada bulunan insanlar onu veya bilincini her hangi bir şekilde görememektedir fakat durugörürürler kimi zaman bunu algılayabilmekteler. Deney şartları altında gerçekleştirilen bilimsel testlerde de olumlu sonuçlar alınmıştır.
Kaynak; http://psisik.org/insanin-dikkate-alinmayan-guc-alanlari
Esas Kaynak; Psişik Şifacılık – Alfred Stelter